“Söyle doktorum bu yapılanlar etik mi?” başlıklı yazı
dizisinde Tüzün (2010) “Doktorlar televizyona çıkmak için para ödemeli mi?”
şeklindeki soruyu doktorlara yöneltmiş ve onların yanıtlarını kaleme almıştır.
“Yeni bir moda var Artık pek çok doktor, televizyondaki haber programlarına
para vererek çıkabiliyor. Dolarlar ödeniyor. Tıp dünyası bu durumu tartışıyor.
Parasıyla televizyona çıkan doktor reklam mı yapıyor, yoksa bilgisini mi
paylaşıyor” diye soran Tüzün, bu durumu eleştirenlerin “etik bulmadığını”, para
verenlerin ise kendilerine göre geçerli nedenleri olduğunu söylemektedir.
Örneğin ismini vermek istemeyen bir diş hekimi “Ben sağlık programlarını bir sosyal
sorumluluk projesi olarak görüyorum (…) (Bu tip programların artmasıyla)
insanlarımız daha bilinçli hale geldi. Diş hekimlerinin korkulacak kişiler
olmadığını da televizyon sayesinde görmüş oluyorlar” demektedir. Herkes İçin
Sağlık programının sunucusu Dr. Hakan Güveli kendisinin bir kanaldan aranarak
“Bin dolar verirseniz sizi yayına çıkartırız” dediklerini aktarmakta ve “sağlık
konusunda para değil, etik önemli” diye konuşmaktadır. Doktorum programı
sunucusu Dr. Aytuğ Kolonkaya da “Biz bu programı doktorlar, şarkıcı-türkücü
arkasında çıkmasın diye yapıyoruz. Bizimki gibi programlarda daha iyi
bilgilendirme oluyor. (…) Para ile programa çıkmak benim için uygun değil” diye
kaydetmektedir.
“Sağlık programlarına
çıkanlardan para alınıyor mu?” ya da “Sağlık programlarına katılmak için para
vermek gerekiyor mu?” literatürde karşılaşılan en çok dikkati çeken tartışma
konularından biri de budur. Örneğin bir hekim olarak Zileli (2008)
“Televizyondaki sağlık programları ne kadar sağlıklı?” başlıklı yazısında kendisine
ulaşan bir e-postada “programa katılım ücreti olarak 2000 TL” istendiğini
belirtmekte ve özetle şöyle demektedir:
- “Ekrana
çıkan meslektaşlarımızın bir kısmının tek amacının reklam yapmak olduğunu fark
ediyor ancak bir şey diyemiyoruz. Bu arada garip öneriler, ayağı yere basmayan,
bilim dışı uygulamalarla halkımızın kafası dolduruluyor, üstelik bu bilgilerin
para karşılığı verildiğinden haberi olmadan. Bazı çok izlenen kanalların akşam
haber bültenleri çarpık sağlık önerilerinin yer aldığı sözde haberlerle dolup
taşıyor (…). Gün geçmiyor ki bir meslektaşımız televizyona çıkıp sağlıklı
olmak, yeni teknolojileri tanıtmak için açıklamalar yapmasın. Herkes tıbbi
etikten söz ederken yayıncılığın etiğinden söz eden yok. Sağlığın bu denli meta
haline getirildiği bir dönem yaşanmadı herhalde. Basının ve televizyonların bu
sağlıksız sağlık programlarına ve de reklam için söz konusu ücretleri ödeyerek
televizyonlarda, gazete köşelerinde boy gösteren meslektaşlarımıza ne demeli
bilemiyorum. İlk yapılacak şeyin bu programların bir reklam olduğunu ve
televizyonlara çıkan kişilerin bu amaçla bir ücret ödediklerinin belirtilmesi
gerektiğini düşünüyorum.”
Bir gazeteci olarak Kazancıbaşı (2010a) da yaklaşık iki yıl
sonraki bir yazısında özetle şöyle demektedir:
- “1980’lerin
başında İstanbul’daki büyük özel hastanelerin sayısı son derece azdı. Bugün ise
153’e ulaştı. Türkiye genelindeki 450 özel hastanenin üçte biri İstanbul’da
hizmet veriyor. Özel hastaneler birbiriyle rekabet edebilmek için PR
çalışmalarıyla medyayı sağlık alanında adeta haber ve bilgi bombardımanına
tutuyor (…). Sayıları son derece az olmakla birlikte bazı orta ya da küçük
ölçekli özel hastanelerin gazetecilere ‘bedava tedavi, ücretsiz ameliyat’
yöntemini PR çalışmalarında kullandığını duyuyoruz ne yazık ki… Yani sistem
şöyle işliyor: Gazetede ya da televizyonda haber yayınlatabilecek, doktor konuk
çıkartabilecek gücü olan bir basın mensubuna ya da yakınına ücretsiz tedavi
uygulanıyor. İşin acı tarafı bunu kabul eden gazetecilerin bulunması. Hatta bu
ahlaksız teklifin bedava ameliyat için bizzat gazetecinin kendisinden geldiğini
anlatanlar da var. Söyler misiniz, bedava tedavi bir tür rüşvet değil midir?
(…) Medya etiğine sığar mı? Bunun para karşılığı haber yapmaktan bir farkı var
mıdır?”
Kazancıbaşı’nın (2010a) ifadesine göre “Sağlıkta özelleştirme
özellikle estetik cerrahi, tüp bebek gibi konularda muayenehane sahibi
hekimlerin de birbiriyle kıyasıya bir rekabete girmesine de neden oluyor. Artık
bazı özel hekimler halkla ilişkiler uzmanlarıyla çalışmayı tercih ediyor. Ancak
PR’cı olduklarını iddia eden bu tür kişilerin çoğunun ne halkla ilişiler ne de
medya sektörü geçmişleri var. “Ortalık tıbbi kongrelere katılmak yerine medya
yıldızı olmak için can atan, kanal kanal dolaşan hekimlerden ve onların aslında
PR’dan anlamayan sözde basın danışmanlarından geçilmiyor”.
Kazancıbaşı (2010a), “Acı bir gerçek ama televizyon
kanallarında sağlık alanında pek habercilik yapıldığı yok. Kanalların haber
toplantında çoğu editör, haber müdürü; muhabirin getirdiği özel haber yerine
hastanenin PR’cısının kendisine söylediği ya da o günkü gazetede yer alan bir
sağlık haberini öneriyor” demekte ve şu tespiti yapmaktadır:
- “Bugün
Türkiye’de televizyon kanallarının sayısı 258’e ulaştı. Bu rakamın 215’ini
yerel kanallar oluşturuyor. Bir yandan sağlıkta özelleşmeyle birlikte sayıları
giderek artan özel hastaneler, diğer tarafta reklam, sponsorluk gelirleriyle
ayakta durmaya çalışan televizyon kanalları… İşte bu kesişme noktası
televizyonların kalitesini, içeriğini, sunucusunu, ekibini, sponsorunu
sorgulamadan sağlık programlarına yayın akışlarında yer açmalarına neden
oluyor. Para karşılığı ekrana çıkmaya can atan birkaç serbest çalışan hekime
karşılık, selülit kremi ithal eden firmayı arkasına alan herkes, sağlık
programı yapabiliyor bu ülkede maalesef ki…”.
“Para alınması” konusunda daha keskin bir ifadeye sahip olan
Eraslan (2010) ise şöyle konuşmaktadır:
- “Türkiye’deki
sağlık yayıncılığı şu anda tamamen rant üzerine kurulmuş durumdadır. Bunu
üzülerek söylüyorum. Televizyonda bir sağlık programına konuk olmak için ücret
ödemeniz lâzım. Bir dergiye röportaj verebilmek için ya da bir çalışmanızı
anlatabilmeniz için o sayfayı satın almanız lâzım. Bir gazeteye haber
olabilmeniz için ya ikili ilişkilerinizin çok iyi olması lâzım ya da ticari
ilişkilerinizin olması lâzım. Dolayısıyla diğer alanlarda da olduğu gibi
sağlıkta da maalesef ranta dayalı ilişkiler var.”
Kazancıbaşı (2010a) sağlık alanında “en düzgün” habercilik
yapılan yerin gazeteler olduğunu belirterek, oradaki sorunun ise “sağlık
muhabirlerinin haberlerine çok az yer verilirken medyatik doktorlara ve ünlü
diyetisyenlere köşe yazarı olarak özel sayfalar açılması” olduğunu
kaydetmektedir. Kazancıbaşı, bu anlamda Sabah gazetesinin künyesinde bir sağlık
editörüne (Esra Tüzün) yer veren tek ideal örnek olduğunu yazmaktadır.
Çakkal (2009) da “Sabah gazetesi ve NTV’yi bünyelerinde sağlık
servisleri kuran, bir editör ve muhabir kadrosu oluşturan, künyelerinde sağlık
editörlerinin adına yer verecek kadar konuyu ciddiye alan, ulusal medyamız için
model alınması gereken iki önemli örnek” diye söz etmektedir.
Kazancıbaşı (2010b), “Ameliyathane yerine televizyona koşan
doktorlar” başlıklı yazısında “hasta hakkında, tıp etiğine, Hipokrat Yemini’ne
sadık, mesleki bilgilerini sürekli yenileyen hekimler ile “medyatiklik
peşindeki reklamcı doktorları birbirinden ayırmak gerektiğini belirterek kimi
hekimlerin “hastaları muayene etmek ve tıbbi gelişmelerden haberdar olmak
amacıyla kongrelere katılmak yerine kanal kanal dolaştığını”, “iki cerrahi
müdahale arasına bir canlı yayın sığdırdığını”, “medyanın esiri haline
geldiklerini”, “hastanedeki görevlerini, hastalarının sorumluluğunu ikinci plan
ittiklerini”, “gazete, dergi ve televizyon üçgeninde dolaştıklarını”, “ne kadar
çok tanınırsa, teşhis ve tedavi için kendisine başvuran hasta sayısının buna
bağlı olarak da kazandığı paranın katlanarak artacağını düşündüğünü”,
“televizyon starı olma tutkusuyla hekimlik mesleğine neredeyse sırtını
döndüğünü”, “uzman olmadıkları konularda bile kameralar önünde bilgi vermekte
sakınca görmediklerini”, “otorite edasıyla ahkâm kestiklerini”, “kendi
tanıtımları için profesyonel piarcılarla çalıştıklarını” ifade etmektedir.