4.5.2.Doğrudan Para Alma/Verme

“Söyle doktorum bu yapılanlar etik mi?” başlıklı yazı dizisinde Tüzün (2010) “Doktorlar televizyona çıkmak için para ödemeli mi?” şeklindeki soruyu doktorlara yöneltmiş ve onların yanıtlarını kaleme almıştır. “Yeni bir moda var Artık pek çok doktor, televizyondaki haber programlarına para vererek çıkabiliyor. Dolarlar ödeniyor. Tıp dünyası bu durumu tartışıyor. Parasıyla televizyona çıkan doktor reklam mı yapıyor, yoksa bilgisini mi paylaşıyor” diye soran Tüzün, bu durumu eleştirenlerin “etik bulmadığını”, para verenlerin ise kendilerine göre geçerli nedenleri olduğunu söylemektedir. Örneğin ismini vermek istemeyen bir diş hekimi “Ben sağlık programlarını bir sosyal sorumluluk projesi olarak görüyorum (…) (Bu tip programların artmasıyla) insanlarımız daha bilinçli hale geldi. Diş hekimlerinin korkulacak kişiler olmadığını da televizyon sayesinde görmüş oluyorlar” demektedir. Herkes İçin Sağlık programının sunucusu Dr. Hakan Güveli kendisinin bir kanaldan aranarak “Bin dolar verirseniz sizi yayına çıkartırız” dediklerini aktarmakta ve “sağlık konusunda para değil, etik önemli” diye konuşmaktadır. Doktorum programı sunucusu Dr. Aytuğ Kolonkaya da “Biz bu programı doktorlar, şarkıcı-türkücü arkasında çıkmasın diye yapıyoruz. Bizimki gibi programlarda daha iyi bilgilendirme oluyor. (…) Para ile programa çıkmak benim için uygun değil” diye kaydetmektedir.
 “Sağlık programlarına çıkanlardan para alınıyor mu?” ya da “Sağlık programlarına katılmak için para vermek gerekiyor mu?” literatürde karşılaşılan en çok dikkati çeken tartışma konularından biri de budur. Örneğin bir hekim olarak Zileli (2008) “Televizyondaki sağlık programları ne kadar sağlıklı?” başlıklı yazısında kendisine ulaşan bir e-postada “programa katılım ücreti olarak 2000 TL” istendiğini belirtmekte ve özetle şöyle demektedir:
-   “Ekrana çıkan meslektaşlarımızın bir kısmının tek amacının reklam yapmak olduğunu fark ediyor ancak bir şey diyemiyoruz. Bu arada garip öneriler, ayağı yere basmayan, bilim dışı uygulamalarla halkımızın kafası dolduruluyor, üstelik bu bilgilerin para karşılığı verildiğinden haberi olmadan. Bazı çok izlenen kanalların akşam haber bültenleri çarpık sağlık önerilerinin yer aldığı sözde haberlerle dolup taşıyor (…). Gün geçmiyor ki bir meslektaşımız televizyona çıkıp sağlıklı olmak, yeni teknolojileri tanıtmak için açıklamalar yapmasın. Herkes tıbbi etikten söz ederken yayıncılığın etiğinden söz eden yok. Sağlığın bu denli meta haline getirildiği bir dönem yaşanmadı herhalde. Basının ve televizyonların bu sağlıksız sağlık programlarına ve de reklam için söz konusu ücretleri ödeyerek televizyonlarda, gazete köşelerinde boy gösteren meslektaşlarımıza ne demeli bilemiyorum. İlk yapılacak şeyin bu programların bir reklam olduğunu ve televizyonlara çıkan kişilerin bu amaçla bir ücret ödediklerinin belirtilmesi gerektiğini düşünüyorum.”

Bir gazeteci olarak Kazancıbaşı (2010a) da yaklaşık iki yıl sonraki bir yazısında özetle şöyle demektedir:
-   “1980’lerin başında İstanbul’daki büyük özel hastanelerin sayısı son derece azdı. Bugün ise 153’e ulaştı. Türkiye genelindeki 450 özel hastanenin üçte biri İstanbul’da hizmet veriyor. Özel hastaneler birbiriyle rekabet edebilmek için PR çalışmalarıyla medyayı sağlık alanında adeta haber ve bilgi bombardımanına tutuyor (…). Sayıları son derece az olmakla birlikte bazı orta ya da küçük ölçekli özel hastanelerin gazetecilere ‘bedava tedavi, ücretsiz ameliyat’ yöntemini PR çalışmalarında kullandığını duyuyoruz ne yazık ki… Yani sistem şöyle işliyor: Gazetede ya da televizyonda haber yayınlatabilecek, doktor konuk çıkartabilecek gücü olan bir basın mensubuna ya da yakınına ücretsiz tedavi uygulanıyor. İşin acı tarafı bunu kabul eden gazetecilerin bulunması. Hatta bu ahlaksız teklifin bedava ameliyat için bizzat gazetecinin kendisinden geldiğini anlatanlar da var. Söyler misiniz, bedava tedavi bir tür rüşvet değil midir? (…) Medya etiğine sığar mı? Bunun para karşılığı haber yapmaktan bir farkı var mıdır?”

Kazancıbaşı’nın (2010a) ifadesine göre “Sağlıkta özelleştirme özellikle estetik cerrahi, tüp bebek gibi konularda muayenehane sahibi hekimlerin de birbiriyle kıyasıya bir rekabete girmesine de neden oluyor. Artık bazı özel hekimler halkla ilişkiler uzmanlarıyla çalışmayı tercih ediyor. Ancak PR’cı olduklarını iddia eden bu tür kişilerin çoğunun ne halkla ilişiler ne de medya sektörü geçmişleri var. “Ortalık tıbbi kongrelere katılmak yerine medya yıldızı olmak için can atan, kanal kanal dolaşan hekimlerden ve onların aslında PR’dan anlamayan sözde basın danışmanlarından geçilmiyor”.
Kazancıbaşı (2010a), “Acı bir gerçek ama televizyon kanallarında sağlık alanında pek habercilik yapıldığı yok. Kanalların haber toplantında çoğu editör, haber müdürü; muhabirin getirdiği özel haber yerine hastanenin PR’cısının kendisine söylediği ya da o günkü gazetede yer alan bir sağlık haberini öneriyor” demekte ve şu tespiti yapmaktadır:
-   “Bugün Türkiye’de televizyon kanallarının sayısı 258’e ulaştı. Bu rakamın 215’ini yerel kanallar oluşturuyor. Bir yandan sağlıkta özelleşmeyle birlikte sayıları giderek artan özel hastaneler, diğer tarafta reklam, sponsorluk gelirleriyle ayakta durmaya çalışan televizyon kanalları… İşte bu kesişme noktası televizyonların kalitesini, içeriğini, sunucusunu, ekibini, sponsorunu sorgulamadan sağlık programlarına yayın akışlarında yer açmalarına neden oluyor. Para karşılığı ekrana çıkmaya can atan birkaç serbest çalışan hekime karşılık, selülit kremi ithal eden firmayı arkasına alan herkes, sağlık programı yapabiliyor bu ülkede maalesef ki…”.

“Para alınması” konusunda daha keskin bir ifadeye sahip olan Eraslan (2010) ise şöyle konuşmaktadır:
-   “Türkiye’deki sağlık yayıncılığı şu anda tamamen rant üzerine kurulmuş durumdadır. Bunu üzülerek söylüyorum. Televizyonda bir sağlık programına konuk olmak için ücret ödemeniz lâzım. Bir dergiye röportaj verebilmek için ya da bir çalışmanızı anlatabilmeniz için o sayfayı satın almanız lâzım. Bir gazeteye haber olabilmeniz için ya ikili ilişkilerinizin çok iyi olması lâzım ya da ticari ilişkilerinizin olması lâzım. Dolayısıyla diğer alanlarda da olduğu gibi sağlıkta da maalesef ranta dayalı ilişkiler var.”

Kazancıbaşı (2010a) sağlık alanında “en düzgün” habercilik yapılan yerin gazeteler olduğunu belirterek, oradaki sorunun ise “sağlık muhabirlerinin haberlerine çok az yer verilirken medyatik doktorlara ve ünlü diyetisyenlere köşe yazarı olarak özel sayfalar açılması” olduğunu kaydetmektedir. Kazancıbaşı, bu anlamda Sabah gazetesinin künyesinde bir sağlık editörüne (Esra Tüzün) yer veren tek ideal örnek olduğunu yazmaktadır.
Çakkal (2009) da “Sabah gazetesi ve NTV’yi bünyelerinde sağlık servisleri kuran, bir editör ve muhabir kadrosu oluşturan, künyelerinde sağlık editörlerinin adına yer verecek kadar konuyu ciddiye alan, ulusal medyamız için model alınması gereken iki önemli örnek” diye söz etmektedir.

Kazancıbaşı (2010b), “Ameliyathane yerine televizyona koşan doktorlar” başlıklı yazısında “hasta hakkında, tıp etiğine, Hipokrat Yemini’ne sadık, mesleki bilgilerini sürekli yenileyen hekimler ile “medyatiklik peşindeki reklamcı doktorları birbirinden ayırmak gerektiğini belirterek kimi hekimlerin “hastaları muayene etmek ve tıbbi gelişmelerden haberdar olmak amacıyla kongrelere katılmak yerine kanal kanal dolaştığını”, “iki cerrahi müdahale arasına bir canlı yayın sığdırdığını”, “medyanın esiri haline geldiklerini”, “hastanedeki görevlerini, hastalarının sorumluluğunu ikinci plan ittiklerini”, “gazete, dergi ve televizyon üçgeninde dolaştıklarını”, “ne kadar çok tanınırsa, teşhis ve tedavi için kendisine başvuran hasta sayısının buna bağlı olarak da kazandığı paranın katlanarak artacağını düşündüğünü”, “televizyon starı olma tutkusuyla hekimlik mesleğine neredeyse sırtını döndüğünü”, “uzman olmadıkları konularda bile kameralar önünde bilgi vermekte sakınca görmediklerini”, “otorite edasıyla ahkâm kestiklerini”, “kendi tanıtımları için profesyonel piarcılarla çalıştıklarını” ifade etmektedir.