Sağlık haberciliği alanındaki en önemli tartışma
başlıklarından biri “sağlığın ticarileşmesi” şeklinde özetlenebilir. Ancak bu
“ticarileşme” yalnızca sağlık alanında görülen bir eylem değil; toplumun diğer
alanlarını da içine alan küresel bir eylemin getirisi olarak da
değerlendirilmektedir.Çok boyutlu bir kavram olan küreselleşme; ekonomik, sosyal,
teknolojik, kültürel, siyasal ve ekolojik denge gibi pek çok açıdan küresel
bütünleşmenin, entegrasyonun ve dayanışmanın artması şeklinde yorumlansa da
genellikle bir durumdan çok bir akımı ya da zihniyeti tanımlayan bir kavram
olarak ifade edilebilir. Özellikle dünyada 20’inci yüzyılın son çeyreğinde
yaşanan teknolojik gelişmelerle de paralel şekilde ilerleyen bir akım olarak küreselleşme;
“gücün ya da etkinin yerel toplulukların elinden alınıp küresel arenaya
aktarılması” yorumuyla eleştirilmiştir[1].
Eleştirel bir ifadeyle küreselleşme yoluyla sağlık hakkı
sağlık hizmetine, eğitim hakkı eğitim hizmetine, sosyal güvenlik hakkı sosyal
güvenlik açıklarına indirgenmekte ve tem insan hakları görmezden gelinmektedir:
- “Diğer
ekonomik ve sosyal haklarda olduğu gibi sağlık hakkı için de süreç, sağlık
alanının devletin yetersizliklerinden kaynaklanan bir sorun alanı ve ulusal
bütçeler üzerinde mali külfet yaratan bir transfer harcaması olarak
tanımlanmasıyla işlemektedir. Çözüm önerisi olarak da alanın piyasalaştırılarak
ekonomik rasyonalite kurallarına terk edilmesi gerekliliği iddia edilmektedir.
Bu noktada sağlık hakkının, devletin olumlu edimde bulunma yükümlüğü aldığı
temel bir insan hakkı olduğunun altı çizilmelidir. Vurgulanması gereken bir
diğer nokta ise sosyal devlet uygulamasının temel insan haklarını güvenceye
alan ve devlet aygıtının varlığının ve meşruiyetinin temeli olduğudur (Doğan,
2009:350).”
Genel olarak literatürde “eski (iki kutuplu dünya dönemi)” ve
“yeni (kapitalizmden hiper kapitalizme)” olmak üzere iki ayrı küreselleşme
tartışması dikkati çekmektedir. Küresel ve bölgesel oluşumlar, küreselleşen
medya ve kültürel emperyalizm, küresel kültür, popüler kültür, sosyal kontrol
ve hegemonya kavramları ise bu tartışmalar bağlamında öne çıkan diğer temel
başlıklardır (Mahmutoğlu, 2007:6-45).
Sağlık alanında küreselleşmenin sonuçları ise ortaya çıkan
yeni bulaşıcı hastalıklar, savaşlar ve şiddet olayları, kronik hastalıkların
yaygınlaşması, çevrenin hızla kirlenmesi, besin ve su güvenliği sorunları ve
sağlık hizmetlerinin ticarileşmesi gibi bir dizi sorunu kapsamaktadır.
Küreselleşmenin etkileri ülkeler arasında farklılık göstermekle birlikte,
genellikle yoksul Güney ülkelerinin sorunu olan bulaşıcı hastalıklar Kuzey
ülkelerine, bulaşıcı olmayan hastalıkların risk faktörleri de Kuzey’den Güney’e
doğru yayılmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerde yaygınlaşan batılı beslenme
alışkanlıkları sonucu şeker, yağ ve tuzdan zengin süpermarket ürünleri tüketimi
artmakta, buna bağlı olarak Obezite, hipertansiyon, diyabet ve kalp-damar
hastalıkları önem kazanmaktadır (Hayran, 2011:24).
Yaşar’ın eleştirisine göre (2006:7) “küreselleşmenin yeniden şekillendirdiği
toplumlarda” doğrudan tüketimi sağlayacak bedenler esas alınmakta, iletişim
araçlarının da “yansıtıcı” rolüyle bu kültür yayılmakta, “Moda ve reklam,
bireylere bedenlerini önemseme ve onu daha olumlu hale getirmek için çaba sarf
etmeleri gerektiğini sürekli olarak anımsatmaktadır. Burada amaç daha yumuşak;
yani sertliği ve tepkiselliği törpülenmiş bir beden yaratmaktır; moda deyimiyle
“light birey” inşa etmektir.”
Sezgin (2011a:18) ise daha geniş bir pencereden konuyu
özetlemektedir: “Günümüzde sunulmakta olan sağlıklı yaşam tarzı önerilerinin
ardında ticari kaygılar ve karlılığın artması yatmaktadır. Bu amacın ardından
da sağlık söylemi ile bedenlerin denetimini sağlamaya çalışan ‘sağlıklı yaşam
endüstrisi’nin ve medyanın bulunduğu düşünülmektedir. (…) Sağlıklı yaşam tarzı
sunumlarının kime hizmet ettiği ise tıbbi sosyal kontrolle görünmez
kılınmaktadır.”
Sütlaş (2007a:26-27) da “sağlıklı ve uzun yaşam” kavramının
milyarlarca dolarlık dev bir endüstri ve pazar haline geldiğini kaydetmektedir.
Medyada görülen hekim ve sağlıkçıların birçoğunu “tam olarak teslim alınmış,
yüksek maaşlı köleler” diye tanımlayan Sütlaş’a göre “çünkü hepimiz bu oyunda
bir oyuncu olmaya mahkûm ediliyoruz.”
Öğüt (2013:154) de tezinde son yıllarda yaşanan gelişmelere dikkat
çekerek özellikle 1990’lı yıllardan itibaren ivme kazanan sağlık sektörünün
geliştirilmesine dönük politikalar ve medya sektöründe artan
yoğunlaşma/tekelleşme eğiliminin her iki alanın kesişme noktası olan sağlık
haberciğinde pek çok sorunu da beraberinde getirdiğini belirtmektedir. Öğüt
(2013:154-176) bu sorunları şu dört başlık altında açıklamaktadır:
1) Kurumsal
iletişim kaynaklı sağlık haberleri ve örtülü reklamlar: İlaç ve sağlık kurum ya
da kuruluşlarıyla iletişimle başlayan halkla ilişkiler uygulamaları, bülten ve
toplantı haberciliği gibi örneklerle devam eden ve bir takım kişisel ya da
kurumsal çıkar ilişkilerini konu alan üstü örtülü ya da gizli reklam ya da
tanıtımlar.
2) Basında
editöryal politika ve sipariş sağlık haberleri: Medya kuruluşlarının kurumsal
amaçları ve ilişkilerinden başlayarak kurumun işleyiş, kontrol ve anlayış
düzenini de içine alan muhabirin özgür iradesi dışında ve kimi zaman da
siparişle; kurum içinden ya da dışından birilerinin isteğiyle yazılan haberler.
3) Sağlık
haberciliğinde ticarileşmenin en “görünür” mecrası olarak televizyonda sağlık
haberciliği ve sponsorlu sağlık programları: Sayıları giderek artan
programların sponsorluk anlaşmalarının yanında katılımcılardan alınan ya da
tanıtılan ürünlerden alınan ücretlerle gerçekleştirilmesi, sağlık alanında
deneyimli olmayan, hatta “soru sormayı bile bilmeyen” kimi sunuculara kimi
zaman “uzman” süsü de verilerek sunuculuk yaptırılması, reklamla haberin
giderek birbiri içine geçmesi, denetimsizlik, etik sorunlar, bu alanda “en sorunlu
yerin televizyonlar” olmasını beraberinde getirmiştir.
4) Sağlık
haberciliğinde uzmanlaşma ve önündeki engeller: Sektörde yaşanan ekonomik
sıkıntılarla da bağlantılı olarak medya kuruluşlarının sağlık alanında ayrı bir
servis kurulması konusunda isteksiz davranmaları, sağlık muhabirliği alanında
uzmanlaşmaya önem verilmemesi ve hatta haberciliğe ilk başlayan acemi
muhabirlere bu işin yaptırılması, muhabir istihdam edilmesi yerine “medyatik
doktor ya da ünlü diyetisyenlere” sağlık köşelerinin yazdırılması, “Az
muhabirle çok iş çıkartma” politikası ve medya kuruluşlarında kurum kültürünün
oluşamaması sağlık haberciliği etkileyen belli başlı sorunlar olarak ifade
edilmektedir.
Hatun (2003) da sağlık hizmetlerinin “liberalize” edildiğini,
hekimliğin büyük ölçüde “ticari ilişkiler ağının basit bir parçası” haline
getirilerek etik sorunlarının yayılmasına yol açıldığını kaydetmektedir.
Ulutaş “Proleterleşme ve Profesyonelleşme Tartışmaları
Işığında Türkiye’de Sağlık Emek Sürecinin Dönüşümü” adlı kitabında (2011)
sağlık hizmetlerinin metalaşmasına yol açan sağlıkta yeniden yapılanma
sürecinin emek süreci kuramı çerçevesindeki bütünlüklü çözümlemesini yapmıştır.
Sağlık hizmetinin standartlaşmış ticari bir niteliğe büründüğünü savunan yazar,
konuyu emek sürecindeki dönüşümü vurgulayarak ele almıştır. Sonuç olarak
Türkiye’de evrensel bir sağlık sistemi kurulamadığını, hastaların müşteri
olarak tanımlandığı, tıbbi cihaz ve ilaç üretim sürecinin de kar güdüsüyle
yapıldığı vurgulanmıştır.
Cirhinlioğlu da (2003) “Postmodern Çözülüş ve Sağlık” başlıklı
makalesinde insan bedeninin metalaştığını belirtmekte ve sağlığın tüketim
toplumunun temel taşlarından birisi olduğuna değinmektedir. Çalışmada sağlıklı
bir bedene sahip olmanın tüketim toplumunun bir parçası olmayı sağlamakla elde
edildiği belirtilmiştir. Yani bireyin kendi bedenine yönelik algısını
değiştirmesi tüketim toplumunun devamlılığını da sağlayacaktır. Örneğin birey,
yaşlanmaktan korkacak ve yaşlar arasındaki farkları ve sınırlılıkları kaldırmak
isteyecektir. Cirhinlioğlu, postmodernizmi ve sağlığı birbiriyle
ilişkilendirdiği makalesinde şu sorulara yanıt aramaktadır: Postmodernizm insan
sağlığını hangi açılardan etkilemektedir? Postmodernist dönemde insan bedeni
nasıl algılanmaktadır? Post modern sağlık politikaları ne ölçüde başarılı
olabilmektedir? Özellikle bu tartışmaların azgelişmiş ülkeler açısından önemi
nedir? Cirhinlioğlu’na göre postmodernist dönemde sağlık kavramı anlam
değiştirmiştir. Hastalık kavramından çok tüketim ve sağlık kavramına doğru bir
kültürel geçiş olmaktadır. Bu yeni dönem sağlık alanında kendini çeşitli
şekillerde göstermektedir. Özellikle gelişmiş ülkelerde sağlık sorunları olan
kişiler, gruplar oluşturarak kendi sorunlarını çözmeye çalışmaktadır.
Alternatif tıp sadece gelişmiş ülkelerde değil, az gelişmiş ülkelerde de
oldukça yaygınlık kazanmakta ve kabul görmektedir. Rasyonel ve geleneksel
bilimin temsilcileri olan hekimler sağlık sorunlarına çözüm getiren araçlardan
sadece birisi durumuna düşürülmektedir. Tıp bilimi de hastalıklara çözüm üreten
evrensel değerlere sahip ve birçok kimsenin büyük saygınlık duyduğu bir
disiplin olmaktan çıkarak sağlığa ilişkin sadece bir “söylem” durumuna
düşmektedir. Sağlıklı olarak yaşama bile, modern dönemlerde algılandığı gibi,
bir olağan ve istenen bir durum olmaktan çok, gereklerine uyulduğu zaman elde
edilebilecek bir “olasılık” olarak ortaya çıkmaktadır. Cirhinlioğlu, post
modernizmin, genel olarak insan bedeninin, kapitalist ekonomik düzenin bir
ürünü olan “tüketim” toplumunun merkezinde yer aldığını ileri sürmektedir.
Tabip Odası Onur Kurulları ve Yüksek Onur Kurulu’na gelen etik
sorunlarla ilgili dosyaları değerlendiren Hatun’un (2003) yazdıklarından
hareketle, medya içerikleriyle de ilişkili olduğu düşünülen bazı eleştiriler
şöyle sıralanabilir: Şarlatanlık, hasta mahremiyetine saygı göstermeme, özel
sağlık kurumlarının haksız rekabet yaratması ve yüksek bütçeli reklam
kampanyaları düzenlemesi, daha fazla hasta çekmek için tıptaki ilerlemelerin
abartılı bir şekilde kamuoyuna yansıtılması ve bu şekilde hastaların özel
sağlık kurumlarına yönlendirilmeye çalışılması, ısmarlama haberler yoluyla
örtülü reklam yapmak, televizyon reklamlarına çıkarak tıbbın otoritesini
ticaret için kullanmak.
Türk Kardiyoloji Derneği’nin yazısında medya ve sağlık sektörü
ilişkisinin “yaşamsal” olduğuna işaret edilmekte ve günümüz koşullarına ilişkin
eleştirilerde bulunularak şöyle denilmektedir:
- “Hasta
artık şifa arayan çaresiz bir kişiden hizmet satın alan küçük tüketiciye
dönüşmüştür. Bu tüketicinin haklarının bilincinde olması ve istismar edilmesini
önleyen uygun tercihlerde bulunabilmesi ise ancak doğru bilgilendirilmesiyle
mümkündür. Kitlesel iletişim ortamlarının tayin edici rolü bu noktada yaşamsal
önem kazanmaktadır. Kavram kargaşalarının berraklaştırılması, sorunların doğru
tanımlarının ve çözüm önerilerinin, en yalın ve açık biçimlerde kamuoyuna
aktarılabilmesi bakımından medyanın vazgeçilemez bir işlevi olmalıdır” (Türk
Kardiyoloji Derneği, 2009).
Tıp ve sağlık alanında ticarileşmenin boyutlarını ortaya
koyması açısından en çarpıcı kitap ise Roy Moynihan ve Alan Cassels’ın kaleme
aldığı “Satılık Hastalıklar” adıyla Türkçeye çevrilen eserdir. Kitapta özetle
ilaç devlerinin illüzyonuyla sağlıklı insanlara çiklet satar gibi ilaç satılmak
istendiği anlatılmaktadır. Bu amaçla yüksek tansiyon, depresyon, yüksek
kolesterol, kadınlarda cinsel işlev bozukluğu, menopoz, sosyal anksiyete,
dikkat eksikliği sendromu, osteoporoz, iritabl bağırsak sendromu, regl öncesi
disforik bozukluk gibi pek çok konuda çeşitli teknikler kullanılarak sağlıklı
insanların nasıl ilaç tüketicileri haline getirildikleri ifade edilmektedir.
Kitapta, yoğun reklamlar ve ikiyüzlü bilinçlendirme kampanyaları sayesinde
sağlığına dikkat eden sağlam insanların endişeli hastalara çevrildiği, ufak
sorunların ciddi hastalıklar gibi resmedildiği, örneğin utangaçlığın sosyal
anksiyete belirtisi olarak sayıldığı, yine örneğin kadınlarda adet öncesi
gerginliğin “regl öncesi disforik bozukluk” isimli bir zihin hastalığıymış gibi
tanımlandığı daha başka hastalıklardan da örneklerle açıklanmakta ve şöyle
denilmektedir (Moynihan ve Cassels, 2010:10-11):
- “Küresel
reçeteli ilaç pazarının yaklaşık %50’lik harcamasını ABD yapmaktadır. Üstüne
üstlük ABD’de ilaç harcamaları sadece altı yıl içinde %100 artış gösterdi ve
dünyanın herhangi bir yerinden çok daha süratli bir şekilde artmaya devam
ediyor. Bunun altında yatan tek sebep, ilaç fiyatlarındaki keskin yükseliş
değil; doktorların reçetelerine gittikçe daha fazla ilaç yazmaları. ABD’de,
kalp ilaçları ve antidepresanlar gibi reklamı en fazla yapılan ilaçların
reçetelenmesinde patlama var. Beş yıldan az bir zaman zarfında bu ilaçlara
harcanan para iki katına çıktı.”
Moynihan ve Cassels (2010:19-20) 500 milyar dolarlık cirosu
ile ilaç sektörünün dünyanın üçüncü “en büyük sektörü” olduğunu ve bu dev
sektörün “malını pazarlamak için her yolu” denediğini kaydetmektedir. 100
binlerce kişilik ilaç tanıtım elemanı ordusu, yine binlerce kişiden oluşan
reklam PR-manipülasyon ordusuyla işbirliği yaparak insanları şuna inandırmaya
çalışmaktadırlar: “Aslında hepiniz hastasınız.”
Örneğin global pazarlama ağının “en uç noktasını” temsil eden
ve Manhattan’da reklamcılık yapan Vince Parry, “Bir Rahatsızlığı Markalaştırma
Sanatı” başlıklı makalesinde ilaç şirketlerinin tıbbi hastalıkların “türetilmesini
nasıl teşvik ettiklerini” şu şekilde ifşa etmektedir (Akt.: Moynihan ve
Cassels, 2010:11):
- Bazen
az bilinen bir hastalığa dikkat çekilir
- Bazen
eski bir hastalık yeniden tanımlanır ve yeni bir isim verilir
- Bazen
de yepyeni bir hastalık türetilir.
Bir başka eleştirel kitap “Beyaz Önlük Siyah Şapka-Modern
Tıbbın Karanlık Yüzüne Yolculuk” Elliott (2010) tarafından kaleme alınmıştır. O
da ilaç endüstrisinin çalışmalarına işaret ederek özellikle akademik tıp
merkezlerinde tıp pratiğini ne ölçüde değiştirdiğini sorgulamaktadır. İlaç
endüstrisinin desteğiyle yürütülen sürekli tıp eğitimlerini, sponsorluk
çalışmalarını, “hayalet yazarlar” tarafından kaleme alınan makalelerin altına
imza atanları, tıbbi satış mümessilleriyle hekim ilişkilerini eleştirmektedir.
Medyanın nasıl kullanıldığına ilişkin olarak Amerikalı
gazeteci-yazar Lynn Payer’in Medicine & Culture (Tıp ve Kültür) kitabında
yazılanlara da bakılabilir (Akt.: Sütlaş, 2007a:35-36):
- Normal
bir işlevi alıp bir sorun olduğu tedavi edilmesi gerektiğini söylemek
- Aslında
olmayan bir yakınmayı gündeme getirmek
- Sık
görülen ve belirgin bir anlam taşımayan belirtiyi ciddi bir hastalığın veya
sağlık sorununun belirtisiymiş gibi göstermek
- Toplumun
bu sorundan-yakınmadan etkilenen kesimini olabildiğince yüksek göstermek
- Sorunu
bir “yetmezlik-yetersizlik-eksiklik” olarak ortaya koymak
- “Doğru”
doktorları-merkezleri bulmak
- Sorunları
belirli “kalıplar-şablonlar” halinde sunmak (söylenenler kolay algılanacak
kadar basit olmalı ve kendi içinde tutarlı olmalıdır)
- Önerilen
tedavi ve çözüm yöntemlerinin etkilerini abartacak verileri ve istatistikleri
kullanmak
- Beklenen
sonucu gerçek beklentiden farklı ve çoğu zaman yanlı bir noktada tanımlamak
(örneğin kalp krizini değil kandaki kolesterol değerinin düşüklüğünün beklenen sonuç
gibi göstermek)
- Önerilerin
gerektirdiği teknolojiyi risksiz ve bir sihir gibi göstermek.
Sütlaş (2007: 322-325) da “Sağlığın Ticarileşmesi ve Medyanın
Katkısı” başlıklı yazısında süreci şu şekilde açıklamaktadır:
- “Ticari
sağlık sektörü önce ilaçları satmaya başladı… Sonra teknolojinin gelişmesine
paralel tıp teknolojisi yoğun bir şekilde satılmaya başlandı… (Böylece)
hastalıkların tanısı ve tedavisi yoluyla insanlara yaşamları ve sağlıkları
satılıyordu. Bu süreç içinde hastalıklardan korunmak da dâhil oldu.
Liberalleşmenin etkisi altında özel olan daha iyidir ve kullanan öder
mantığıyla yaşanan bu değişimlere birkaç çatlak ses dışında yine kimse itiraz
etmedi… Artık mevcut hastalıklar bu paranın büyümesi için yeterli olmuyordu.
Yeni ve sürekli para getiren hastalıklar gerekliydi… Çeşitli hastalıklar icat
edilip satılmaya başlandı… İyi olanlarda, sağlıklı olanlarda bazı doğal
durumlar artık önemli bir hastalık olarak kabul ediliyor ve onun sağaltımı için
paralar o aynı merkezlere doğru akıyordu. İktidarlar, onları oluşturan erk
odakları, bu sürece çeşitli yerlerden dâhil oluyor ve o kazançtan pay
alıyorlardı. Bu arada başka ve paralı hastalar için sağlıklı insanların satışı
gündeme geldi… Onların organları ve bedenleri tıbbi dolayısıyla ulvi amaçlar için
alınıp satılmaya başlandı… Şimdi bir başka perde başladı: Artık hastalıklar
satılıyor. Genellikle iyileştirilen hastaların reklamları yapılarak bu satış
gerçekleştiriliyor… Kazanmak zorunda olan özel sağlık kuruluşlarının daha çok
insanın başvurusuna ve yukarıda saydığımız satışların bu ortam içinde sürekli
gerçekleşmesine gereksinimi var. Bunun için reklam yapmalarından daha doğal bir
şey yok… Kazananların arasında bir kesim daha var: Reklamın yapıldığı ana mecra
yani ana akım medya ve onun olanakları. Kısacası bu sürecin tümünde ticari
kuruluşlar, doktorlar ve sağlıkçılar, hastalar ve yakınlarının dışında bir
başka kesim daha sürekli olarak yer alıyor: Dördüncü güç medya.”
Moynihan ve Cassels’in (2010:12) ifadesine göre endüstri artık
düzenli olarak hastalık tanımlarının tartışıldığı ve yönlendirildiği önemli tıp
toplantılarının finanse etmektedir. Hastalık tanımlarının birçoğunda sağlıklı
ile hastayı birbirinden ayıran çizginin nereden çizileceği konusunda büyük
belirsizlikler vardır. Bu sınır ülkeden ülkeye, hatta zaman zarfında
değişiklikler göstermektedir. Açıkçası hastalığı tanımlayan sınır ne kadar
geniş çizilirse, potansiyel hasta havuzu da o kadar geniş, ilaç üreticilerinin
satış yapabilecekleri Pazar da o kadar büyük olmaktadır. Manşet açlığı çeken
medyanın da desteğiyle “en yeni” hastalıkların yayıldığı, ciddileştiği fakat en
son model ilaçlarla tedavi edilebildiği kafalara kazınmaktadır.
- “Sağlık
alanında olup biten hemen her şey gibi hastalıkla ilgili fikirlerimiz dahi
global ilaç devlerinin uzun gölgeleri altında şekilleniyor… Odak noktasının
daraltılması, sağlık ve hastalıklarla ilgili büyük resmi görmemizi
zorlaştırıyor… Basit bir örnek vermek gerekirse, temel amaç insan sağlığını
düzeltmek olsaydı, şu anda kolesterol düşürmek için pahalı ilaçlara yatırılan
paranın birkaç milyar doları sigara içimini azaltacak, bedensel aktiviteyi
arttıracak ve beslenmeyi geliştirecek kampanyalara ayrılırdı (Moynihan ve
Cassels, 2010:13)”
Hastalık satarken kullanılan stratejilerin ortak noktasını
“korkunun pazarlanması” oluşturmaktadır.
- “İlaç
endüstrisi ve yandaşlarına göre pazarlama kampanyaları, yanlış anlaşılmış
hastalıkların daha iyi anlaşılmasını sağlıyor ve en son ilaçlar hakkında
kaliteli bilgi veriyor. Şirket yöneticileri reklamlarla tüketiciyi güçlendirdiklerini
söylüyorlar. İlaç şirketlerinden maaşlı şöhretlerin ise süslü püslü dergi
yazılarıyla veya televizyon programlarıyla halkı eğittikleri söyleniyor.
Aslında (kimi) çok değerli olanlar var. Fakat diğer kampanyalarda yapılanlar
eğitim amaçlı değil; bildiğimiz promosyon! (Moynihan ve Cassels, 2010:15).”
Öte yandan “Tıbbileştirilen Yaşam, Bireyselleştirilen Sağlık”
adlı kitabında Sezgin (2011a:20) “sağlıklı yaşam endüstrisinin” aktörlerinin
hedeflerini şu şekilde sıralamaktadır:
- “İlaç
endüstrisi, göz ardı edilemeyecek araştırma ve geliştirme faaliyetlerinin yanı
sıra, özellikle kronik hastalıklara ilişkin olarak geliştirdiği ilaçlarla ömür
boyu hasta kazanmaya çalışmaktadır. Bunun için bazı hastalık olmayan konuları
tıbbileştirmekte; tıbbileştirdiği alanlardaki değerleri her geçen gün aşağıya
çekerek “yeni hastalıklar” hedeflemektedir. Yeni hasta edinme çabalarını
doktorların yürüttüğü büyük tıbbi araştırmaları finanse ederek de
geliştirmektedir. İlaç endüstrisi, alana yaptıkları desteği hastaların ‘yaşam
kalitesini artırmak’ amacıyla açıklamaktadır.
- Tıbbi
teknoloji üreten firmalar (benzer gerekçelerle) yüksek teknolojinin kullanımını
desteklemekte; her hasta başvurusunda bu teknoloji ürünlerinin kullanılmasını
teşvik etmektedir.
- Bir
başka aktör kozmetik endüstrisi; üretilen teknoloji ve ürünlerle ömür boyu genç
görünme ve zayıflama vaadi ile sağlık sektörü içindeki yerini genişletmektedir.
- Sağlık
sigortaları ise sektördeki önemli aktör belirleyici rolünü büyütmektedir.
Sağlığın hayattaki en önemli ve korunması gereken şey olduğu gerekçesiyle
sağlık sigortasının önemini tekrar tekrar vurgulamaktadır. Aynı zamanda
gerçekleştirmekte olduğu faaliyetlerle hangi hastalıkların kapsam içine
alınacağını hangilerinin ise çıkarılacağını belirlemektedir.”
Türkiye’de ilaç reklamları “henüz” yasak olsa da bu konuda ABD
başta olmak üzere yurt dışında kimi ülkelerde serbesti bulunmaktadır. Moynihan
ve Cassels (2010:15) bu konuda “ABD’de 1990 sonlarında reklam kurallarına
getirilen serbesti sıradan insana yönelik emsali görülmemiş bir reklam
taarruzuna neden oldu. (…) Dünyanın diğer yerlerinde reklamlara serbesti
getirilmesi için endüstri var gücüyle çalışıyor. Destekleyenlere göre bu
pazarlama şekli çok değerli bir hizmet; eleştirenlere göre ise bunların tümü
hastalığı insan hayatının merkezine oturtmaktan başka bir şey değil” demekte ve
bu durumu “düpedüz soygun” şeklinde tanımlamaktadırlar.
Sütlaş (2007a: 287) da şunları kaydetmektedir:
- “Sağlık
alanında reklam yapılması, hekimlerin sağlık kuruluşlarının tanı yöntemlerinin
ve ilaçların reklamlarının yapılması yasaktır. Ancak çeşitli yollarla reklam
veren sağlık kuruluşlarının çıkarlarının kollandığını yakından biliyoruz. Bunu
hem reklam yaparak hem de reklam veren kuruluşların sektör içi rakiplerinin
olumsuzluklarından söz ederek yapabilmektedirler. Diğer yandan birçok gazetenin
sağlık sayfalarında bir sağlık kurumuna ya da ürününe ilişkin olumlu bir haber
ya da yorumla birlikte aynı şirketin reklamını da görmek mümkündür. Basında
reklam karşılığı haber yazma oldukça sık başvurulan bir yöntemdir. Dünyada ve
ülkemizde çeşitli kurumların sürekli reklamlarını üstelenen büyük reklam
kuruluşları tarafından gazetecilere adeta ikinci bir iş gibi yaptığı haberler
karşılığı düzenli paralar ödendiği bilinmektedir. Bu reklam şirketleri
tanıtımını yapacağı özel kuruluşlara ayda şu kadar genel yayında şu kadar alanı
kaplayacak şekilde haber ya da yazı garantisiyle fiyat teklifleri
göndermektedirler.”
Bu konuda verilebilecek daha pek çok örnekten söz edilebilir.
Örneğin Joanna Moncrieff, İlaçla Tedavi Efsanesi adlı kitabında (2010) yeni
ilaçlara ve çıkar gruplarının etkilerine değinmiştir. “Antidepresan diye bir
şey var mıdır?” sorusundan yola çıkan yazar manik depresyon, dikkat eksikliği,
hiperaktivite bozukluğu gibi “uydurulmuş hastalıklar” dan yola çıkarak ilaçla
tedavi efsanesinin varlığını ortaya koymaya çalışmıştır. Leo Panitch ve Colin
Leys’in derlediği “Kapitalizmde Sağlık Sağlıksızlık Semptomları” (2011) adlı
kitapta sağlık ve kapitalizm, sağlık hizmetlerinin endüstrileşme halini alması,
sağlıkta küresel pazarlama konularını ele almış ve sağlığın kapitalist dünyada
değiştiğini, sistemin bir parçası olduğu ele alınmıştır.
Irving Kirsch (2012) “Antidepresan Efsanesi’nin Sonu-Çıplak
Kralın Yeni İlacı” başlıklı kitabında antidepresan etkisinin aslında büyük
oranda plasebo etkisi olduğunu belirtmektedir. Antidepresanların bu kadar çok
satması ilaç firmalarının oyunudur. Aynı şekilde Mevlüt Durmuş’un kaleme aldığı
Kolesterol ve Akıl Oyunları adlı kitap da kolesterol düşüklüğü veya yüksekliğinin
kalp krizine doğrudan etkisi olmadığını, kolesterole ilişkin ilaç firmalarının
medya aracılığıyla aktardıklarının yanlış olduğunu, kolesterolün endüstriyel
çıkarlara alet edildiğini vurgulamaktadır (2009).
İlaç endüstrisi, doktorlar ve medya arasındaki ilişkiyi konu
alan Ahmet Rasim Küçükusta’nın kitaplarından da söz edilmelidir. “Adamın Biri
Doktora Gitmiş, Gidiş O Gidiş” (Küçükusta, 2011a), “Bir İki Üç Tıp” (Küçükusta,
2011b), “Biri Bizi Hasta Ediyor” (Küçükusta, 2011c) adlı kitaplar yozlaşan ve
endüstrileşen tıbbın insanlara neler sunduğunu anlatmaktadır.
Bu noktada Kınıkoğlu’nun Türkiye’den verdiği örnekle getirdiği
eleştiriye de dikkat edilebilir. Türkiye’de vitamin, mineral, balık yağları ve
bitkisel ürünlere yıllık 100 milyon doların üstünde para harcandığını, bu
ürünlerin yaşlanmayı geciktirdiğine dair ciddi hiçbir bilimsel katkı
bulunmadığını belirten Kınıkoğlu (2008), “Medyada yaşlılık olumsuz yansıtılarak
zayıflığa ve güzelliğe mankenler üzerinden yapılan atıflarla okur yaşlanmanın
hayatın evrelerinden biri değil kötü bir durum olduğunu, yaşlanmaması
gerektiğini ve bunun için de para harcaması lâzım olduğuna inandırılır. Buna
inanmaya hazır olan okur/tüketici ufak bir manipülasyonla raflara çekilmektedir
ve 100 milyon doların üzerinde para harcayabilmektedir” demektedir. Kınıkoğlu
(2008) “Önce meyve ikramı sonra yut şu hapı” başlıklı yazısında süreci şöyle
özetlemektedir:
- “Günümüz
teknolojisinde yeni antidoksidan içeren bir madde bulmak zor değildir. Maharet
onu meşhur etmektir. Uluslararası firmalar hangi antioksidanı meşhur
edeceklerine karar verdiklerinde bir plan dâhilinde çalışmaya koyulurlar. (…)
Önce meyvenin ya da sebzenin (X) maddesi açısından çok zengin olduğundan
bahseden yazılar okursunuz. Bu (X maddesini) merak eder, onun hücre zarından
şöyle girdiğini, hücresel atıkları hop diye temizlediğini öğrenirsiniz (Ne
hikmetse hepsi seks gücünü artırır, cildi güzelleştirir ve yaşlanmayı
geciktirir…) Örneğin üzümde bulunan ‘Resveratrol’ son birkaç yıldır sürdürülen
büyük kampanya ile meşhur edilmiştir. Siz tam ‘Aman üzüm çok faydalıymış bol
bol yiyelim” diye düşünürken konunun uzmanlarından uyarı gelir: ‘Dikkat! Üzümün
içindeki Resvetrol çok faydalıdır ama yeterli miktarda almak için günde 50 kilo
üzüm yemeniz veya 180 şişe şarap içmeniz gerekir.’ (…) İşte bu sırada ilaç
firmaları sahneye çıkar: Kendinizi zorlamayın, bizim hazırladığımız konsantre
hapları kullanabilirsiniz. Öneri son derece mantıklıdır, hedef 12’den
vurulmuştur. Daha önce (X) maddesinin faydalarını öğrenen insanlar hapı yutmak
için hazırdır. Kimse doğanın bu faydalı maddeyi neden meyvenin içine az
miktarda koyduğunu düşünmez. Bu kadar yüksek konsantrasyonda vücuda alınan bir
maddenin uzun vadede bazı zararları olabileceği de hiç akla gelmez.”
Öte yandan 7 Haziran 2010’da Star TV’de Uğur Dündar ve Nedim
Şener tarafından hazırlanıp sunulan Arena programına katılan Ahmet Rasim
Küçükusta (2010b) tıbba karışan ticaretten söz ederek “Sizin küçük bir
sivilceniz için sizin cebinizdeki bütün parayı; gelecek için sağlığınıza ayırdığınız
bütün parayı alabilirler” demiştir. Özellikle domuz gribi aşısının üretimi ve
dağıtımı ile ilgili örnekler veren Küçükusta, bu aşının tüketiminin ilaç
firmaları tarafından teşvik edildiğini ifade etmiştir. Programda konuşulan
diğer konular ise insan sağlığının ticari bir meta haline geldiği, çıkar
ilişkileri, “mucize ilaçlar”, “falcılık”, “şarlatanlık”, “umut tacirliği”
şeklinde özetlenebilir.
Başbakanlık Kamu Görevlileri Etik Kurulu’nun yaptığı bir
araştırma da sağlığın ticarileşmesi konusunda hasta-hekim ilişkilerinin
tanımlanması açısından dikkati çekmektedir. Radikal gazetesinin haberine göre
(Işık ve Miser, 2010), İstanbul ve Nevşehir’de 363 hekim, 400 hemşire, 134
eczacı, 143 tıbbi mümessil ve 500 hasta ile yüz yüze anket görüşmesine dayalı
Prof. Dr. Haydar Sur ve Yrd. Doç. Dr. Murat Çekin’in gerçekleştirdiği çalışmada
elde edilen bulgulardan bazıları şöyledir: Hekimlerin ve hemşirelerin %11’i,
hastaların ise %14’ü ‘bıçak parası’, ‘hastaneye yatmak için özel muayene şartı’
gibi ‘hekime fazladan doğrudan para ödeme’ biçimlerini ‘hekimlik hakkı’ olarak
görmektedir. Hekimlerin %29’u bilerek ya da farkında olmadan hastalara farklı
muamele yapmış olabileceklerini düşünmektedir. %44’ü ‘hasta ve yakınlarının
tutum ve davranışı’, %22’si ‘hastanın sosyo kültürel durumu’, %12’si ‘zaman
kısıtlılığı/yoğunluğu’, %11’i ‘stres’, %6’sı ‘hastalığın aciliyeti ve
ciddiyeti” nedeniyle hastalara farklı muamele yapıldığını/yapılabileceğini
söylemektedir. Hastaların %38’i sosyal-ekonomik durumları nedeniyle hekim ve
hemşirelerin kendilerine diğer hastalardan farklı davrandığını hissettiklerini
belirtmektedir. Araştırmaya katılan hekimlerin %69’u Türkiye’de hekimlik
mesleği uygulamalarında hekimlerin maddi kazanç elde ediş yöntemlerinde etik
dışı yanların olduğu görüşündedir. Üniversite ve özelde çalışanların %75’i,
kamu ve özelde çalışanların ise %33’ü bu görüştedir. Eczacıların %68’i, tıbbi
mümessillerin %58’i hekimlerin gelir ve diğer kazanımları elde ediş
yöntemlerinde etik dışı yanların olduğunu belirtmektedir. Hekimlerin %58’i
tıbbi ürün promosyonu için sınır koymamaktadır.
[1]
“Küreselleşme” (T.y.). 1 Ocak 2013 tarihinde şu adreste
erişilmiştir:http://tr.wikipedia.org/wiki/K%C3%BCreselle%C5%9Fme